Mor çimenlere uzanmış Dünya'yı seyrediyorduk. Eflatun koca bedeniyle tepemizde bekliyor, Nietzsche'yi nerede bulabileceğini sorup duruyor. “Bilmiyoruz, lütfen bizi rahat bırak!” diye bağırıyoruz fakat nafile, bizi rahat bırakmıyor. Ardından Mustafa Kemal sesleri duymuş olmalı ki, “Ben biliyorum Nietzsche'nin nerede olduğunu, benimle gel” diyor Eflatun'a, gidiyor Atatürk ile Platon başımızdan. Huzurluyuz, elinden tutuyorum sevgilimin. Yüzü kızarıyor, gözümün ucuyla görüyorum. Çok masum. Tam o esnada şiddetli bir rüzgar esiyor. Balon ağaçlarından renk renk balonlar uçuşmaya başlıyor. Sevgilimi ayağa kaldırıyorum, susuyoruz.
Birden ağzımdan bir ton anlamadığım kelime çıkıyor: “Aşk ve sevgi farklı şeylerdir aşkım; aşk ihtiyaç duyulandır, sevgi ise akraba ziyaretlerinde gösterilen gereksiz saygı gibidir. Herkese vermek zorunda olduğun bir şeydir sevgi. Ailene, arkadaşlarına… Karşılıksız sevgi yoktur, karşılıksız takıntı olma durumu vardır. Aşk karşılıklı takıntılı olma durumu dersek yanılırız, aşk: Karşılıklı duyulan ihtiyaçtır. Tek taraflı ihtiyaç duyma, tek taraflı takıntı olma ve karşılıklı bir şekilde saplantılı olma durumuna ne denileceğini ben de henüz bilmiyorum. Fakat aşk biziz, sevgi ise hayvandır, doğadır, Tanrı’dır… Bu konuda benden ne duymak isteyeceğini bilmiyorum ama, ne duymak istemeyeceğimi söyleyeyim: Sakın bunun bir rüya olduğunu söyleme.”
Konuşmuyor, gözlerimin içine bakıyor gülen gözleriyle. Sarılıyor boynuma, kokluyorum onu. Kafasını gömdüğü boynumdan çıkarıyor, dudaklarıma bakıyor. Ben de onun dudaklarına bakıyorum. Yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz… Birden Platon, Atatürk ve Nietzsche koşarak bize bağırıyor, “Kaçın, su geliyor, sel geliyor. Büyük su, kocaman! Kaçın!” Kaçıyoruz, koşuyoruz… Su beni yakalıyor, ayaklarımdan tutuyor, içine çekiyor. Boğuluyorum, uyanıyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder