8 Ekim 2016 Cumartesi

Konuşma

 Tanrı'ya inandığımı sanıyorum, akıl ile erişilemeyecek olduğu söylenilen varlığa her nasılsa bir yakınlık duyuyorum, var olduğunu düşündüğüm için korkuyorum. Korktuğum için ise dileklerimi yerine getiremiyorum. Cevap vermeyeceğini biliyorum, ama ondan dilemekten başka çarem kalmıyor. Yapamıyorum.
 Bu hayata dair hiçbir şeyi arzulamadığıma inanıyordum. Çok yanılıyordum, birbirleriyle çelişen iki şeyi çok arzuluyordum. O kadar arzuluyordum ki, arzularıma aşık olmuştum. Oysaki aşkın kendisi de arzudan ibarettir. Arzuladığım şeyler; hiçbir şekilde çekici gelmeyen bu hayatı çekici kılmak, amacım doğrultusunda ilerlerken sıkılmamaktı. Bir çözüm arıyordum, arzulamayı arzuluyordum. Fakat bir yandan da hiçbir şeyi arzulamadığımı iddia ediyordum. Şöyle bir durum da söz konusuydu, arzulamayı arzularken bir şeyleri arzulamış oluyordum. Çekilmez ve saçma bir döngünün içerisindeydim. Bu döngüde tek gerçek vardı o da; yaşamaktan sıkılmamdı. Bütün bunlarla çelişen bir şeyi daha arzuluyordum; ölüm.
 Ölümün iradesi vardır, yaşamın ortasında olmasına rağmen hiç kimse istediği zaman ulaşamaz ona. Tam tersi, ölmeyi aklının ucuna getirmediğin zamanlarda ise yakandan tutar ve öpmeye başlar seni. Aileni dağıtan fahişedir ölüm. O öptükçe zevk alırsın, yavaş yavaş salyalarıyla bedenini erittiğini fark etmezsin bile. Ben de ölümün beni eritmesini, elimden tutup bilmediğim alemlere götürmesini diliyordum.
 İnsanlar eklemlerine ipler bağlamış ve diğer ucunu da bilmedikleri insanlara vermişti. Kendi iradelerine bile sahip olamayan insanlara güvenemiyordum. Dolayısıyla sevemiyordum kimseyi. Onlardan kaçıp, hayallerime sığınıyordum. Bir bebeğin saflığını çalıp, hayallerime aşılıyordum. İnsanlardan kaçtıkça hayallerimi yeniden yaratıyordum. İnsanın pisliğini öğrendikçe hayallerimi arıtıyordum. Hayallerim ise beni her zaman avutuyordu, kolluyordu. Beni olduğumdan daha mutlu ediyordu.
 Onların gerçek olmadığını anladığımda yıkılmış bir haldeydim. Kapılarına dayanmıştım, çok üzgündüm. Mutluluğun anlamını unutmuştum ve onlara sığınmıştım hatırlatmaları için. Hayallerin de iradeleri vardır, tıpkı ölüm gibi. İkisi de somut değildir fakat oldukça gerçeklerdir. Üzgün olduğumu bildikleri için kapıyı açmadılar bana, hayaller üzgün insan sevmez. Bir kez daha yıkılmıştım, zira tamamen yalnızdım. Umutsuzdum ve bir şeyleri başarmanın anlamsız olduğunu düşünüyordum. Kimin için başaracaksın? Başardıktan sonra ne elde edeceksin? İblis'in vesveseleri susmuyordu. İblis bir şeytandı ve asla susmazdı zaten, yemin etmişti susmamaya. İnsanlara kötülük yapmaları karşılığında evham verirdi, bende onun daim bir müşterisiydim.
 İblis'ten yardım almaya başladıysam; gerçekten yalnızım demektir.
''Ben ne olmanı istersem, o olacaksın. Çoşkularımla yoğrulmuş bir süs yapacağım seni, en derinimde, canımın çektiği yerde, keyfime göre duracaksın. Kendiliğinden hiçbir şeyin yok senin. Bilinçli olmadığına göre hiç kimse değilsin; sadece diriler arasında bir dirisin.
        Qu'est-il frère en toi et ceux qui veulent vivre?''

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Kalemim Uçan Bir Süpürge

 Hayaller insanın hayatını şekillendiren, gerektiğinde insan için sığınak olan yegane yerlerdir. Kendini akışa ve akışın sahibine teslim etmemiş insanlardan sığınırsın oraya. Çünkü o insanlar sana sürekli zarar verir. Çok sıkıcılar ve bana sıkıcı insanlar lazım değil. Fakat hayatın çeşitli yerlerinde sıkıcı ve teslim olmayan insanlarla karşılaşmak, onlarla iletişime geçmek zorundasın. Bu sebeple onlara bazen itaat etmek durumunda bırakılıyorsun. İtaat eden benim olmayan beden, anarşist ve hayalperest olan ise benden oluşan bir ruh. Benim düşüncelerim, ibadetlerim ve diğer eylemlerim yarattı onu. Ben yarattım, yazılarım şekillendiriyor. Aynı şekilde hayallerim de yazılarımı şekillendiriyor.

 Yazmak olgunlaştırıyor. Sorunlarını; fikirlerini, hayallerini yazıyorsun. Yazdıkça başka sorunlar ortaya çıkıyor, yazdıkça başka fikirler ediniyorsun. O başka sorun diğer sorunları siliyor, su üstünde tek bir pislik kalıyor. Zihnin bir nebze de olsa rahatlıyor. Yazdıkça ortaya çıkan fikirlerin ise o sorunu öğütüyor ve paklıyor. Yararını alıyor, posasını sudan çıkarıyor. Suyu yeniliyor. Suyun üstünde inci gibi parlayan bir sorun kalıyor. Fakat o oradan gitmemeli, çözülmemeli. Çözülürse şayet -ki yaşıyorken asla çözemezsin-, seni ayakta tutacak o sebebi, seni bir şeyler için koşturacak o havucu, peyniri ya da parayı; bir tavşan, bir fare ya da bir beyaz yakalı almış olacak. Sen ise depresif, aciz, tembel ve işe yaramayan biri olarak hayatını idame ettireceksin. Fakat böyle yaşamak pislik içinde yüzmekle eşdeğerdir. Temizlenmelilerdir.

 Herkes yazmalı, yazmalı ki temizlensin kötü ruhlar. Temizlensin bütün alçak düşünceler. Biraz daha çaba; ruhumla, hayallerime, fikirlerimle destek olmalıyım bedene. Ruhumun, fikirlerimin ve hayallerimin parmakları yoktur. Dolayısıyla kalemi tutan bedendir. Bedeni ayakta tutan iskeletimse, bedenimi her şeyiyle ayakta tutan özelimdir. Beden sadece bir kılıftır ve onu kullanıp işe yarar şeyler yapabilmemiz için yaratılmıştır. Bundan ötürü destek olmalıyım her şeyimle. Yazmalıyım, yazmalıyım zira ayakta durmalıyım. Ayakta durabileyim ki ayakta tutabileyim diğer hayalperestleri! Selam olsun gizli kalmışlara, sığınağından çıkmayanlara!

28 Temmuz 2016 Perşembe

Rüyada Uyumak

 Bir şeyleri içime dökmeyi öğrendim. İçimde kocaman bir çöplük varmış meğer! Hatalarımı ya da pis düşünceleri dışarı saçmamalıyım. İçimde tartmalı, yararını almalı, posasını çöp araziye dökmeliyim. Kimselere de anlatmama kararı aldım. Meryem gibi oruç tutuyorum, kelimelerimi hiçbir kulağa kusmamalıyım.

 Çaresiz kalmanın acizliğinden korkuyordum... Fakat biraz düşününce çaresiz kalmanın kötü bir şey olmadığını anladım. Eğer bir savaşın içindeysen ve rakibin kaderse, çaresizlik kaybetmene yol açar. Savaşta kazanmanın tek yolu ölümü cezbedip, yanına çağırabileceğin bir sebep bulmaksa şayet... O halde tam olarak çaresiz sayılmazsın.

 Ölüm bir kumardır, hem de en yuva yıkanından! Kumarı kazanma ihtimalin, Tanrı'nın torpil yapabileceği ihtimali kadar düşüktür. İmkansızlığın getirdiği biçare olma durumu beni aldatmıyor, ölüme verdiğim değer değişmez. Çelişkilerle dolu olsa da, o bir çare olabilir... Kim bilir, Tanrı torpil yapan bir üçkağıtçıdır belki de... 

 Kumarı kazana da bilirim, bana güzel şeyler sunabilir ölüm.

 Hayır! Hayır! Şüphe yok, Tanrı sahtekâr değil! 

 Söylesene, kaderle olan bu savaşımı neden kazanmak zorundayım? Üstelik kaybedersem bir kayıp vermeyeceğim... Aksine, kendimi öldürürsem kazanacağım.

 Tamam, bu seçeneği de siliyoruz. Şükürler olsun, artık tam bir çaresizim!

 Kime ne? Ben zaten aciz doğdum... 

 Çaresizliğin güzelliğine eriştim. 

 Rüyayı kaybedeceğim. Kaybedip eğleneceğim. Mesela bir uçurum yaratacağım. Atlayıp ölmek yerine, uçmak için çabalayacağım. Çabalarken Tanrı'nın davetini bekleyeceğim...

 İblise aldanmadan mumun erimesini izlerim.

Rüyalarda Buluşuruz

 Mor çimenlere uzanmış Dünya'yı seyrediyorduk. Eflatun koca bedeniyle tepemizde bekliyor, Nietzsche'yi nerede bulabileceğini sorup duruyor. “Bilmiyoruz, lütfen bizi rahat bırak!” diye bağırıyoruz fakat nafile, bizi rahat bırakmıyor. Ardından Mustafa Kemal sesleri duymuş olmalı ki, “Ben biliyorum Nietzsche'nin nerede olduğunu, benimle gel” diyor Eflatun'a, gidiyor Atatürk ile Platon başımızdan. Huzurluyuz, elinden tutuyorum sevgilimin. Yüzü kızarıyor, gözümün ucuyla görüyorum. Çok masum. Tam o esnada şiddetli bir rüzgar esiyor. Balon ağaçlarından renk renk balonlar uçuşmaya başlıyor. Sevgilimi ayağa kaldırıyorum, susuyoruz.
 Birden ağzımdan bir ton anlamadığım kelime çıkıyor: “Aşk ve sevgi farklı şeylerdir aşkım; aşk ihtiyaç duyulandır, sevgi ise akraba ziyaretlerinde gösterilen gereksiz saygı gibidir. Herkese vermek zorunda olduğun bir şeydir sevgi. Ailene, arkadaşlarına… Karşılıksız sevgi yoktur, karşılıksız takıntı olma durumu vardır. Aşk karşılıklı takıntılı olma durumu dersek yanılırız, aşk: Karşılıklı duyulan ihtiyaçtır. Tek taraflı ihtiyaç duyma, tek taraflı takıntı olma ve karşılıklı bir şekilde saplantılı olma durumuna ne denileceğini ben de henüz bilmiyorum. Fakat aşk biziz, sevgi ise hayvandır, doğadır, Tanrı’dır… Bu konuda benden ne duymak isteyeceğini bilmiyorum ama, ne duymak istemeyeceğimi söyleyeyim: Sakın bunun bir rüya olduğunu söyleme.”
 Konuşmuyor, gözlerimin içine bakıyor gülen gözleriyle. Sarılıyor boynuma, kokluyorum onu. Kafasını gömdüğü boynumdan çıkarıyor, dudaklarıma bakıyor. Ben de onun dudaklarına bakıyorum. Yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz… Birden Platon, Atatürk ve Nietzsche koşarak bize bağırıyor, “Kaçın, su geliyor, sel geliyor. Büyük su, kocaman! Kaçın!” Kaçıyoruz, koşuyoruz… Su beni yakalıyor, ayaklarımdan tutuyor, içine çekiyor. Boğuluyorum, uyanıyorum…

Sweet Dreams

  Gerçekler düşlerin bir parçasıdır. Bu kısır fakat çelişkilerle dolu bir döngüdür. Dolayısıyla her düşperestin eleştirisine açıktır. Düşlerin lordu buna açıklık getirebilir belki, fakat rüya gören bir beden bunun farkında varmalı ilk başta. Her şey düşlerden oluşur. Ölüm hariç. Ölüm fazlasıyla gerçektir. ‘’Binlerce yıl önce, bir düşte bir şarkı duydum; Azrail’in hediyesini metheden bir ölümlünün şarkısı... Hâlâ hatırlıyorum.-Ölüm, önümde bugün; hasta bir adamın iyileşmesi gibi, hastalıktan sonra bir bahçede gezmek gibi. Ölüm önümde bugün; Mürr’ün kokusu gibi, iyi bir rüzgarda bir yelkenlide olmak iyidir. Ölüm önümde bugün;  akıntının rotası gibi, savaş kalesinden evine dönen bir adam gibi. Ölüm önümde bugün; yıllara esir düşmüş bir adamın evine olan hasreti gibi...- O unutulmuş şair, Azrail’in hediyesinin değerini anlatmıştı.’’ Demiştim, ölüm gerçektir. Ölüm düşlerden bile huzurludur. Zira ölüm, günahkarların bile kurtuluşunu sağlar. Kötüler her daim huzursuz olmaya mahkumken, ölüm onlara kurtuluş armağan eder. Azrail ölümü armağan eder, ölüm ise kurtuluşu. Ben Düş, ya da onu çok güzel kullanabilen birisi. Size düşlerin unutturduğu bir şeyi hatırlattım, ölümü.